“Hasankeyf’te hayat Kalebaşı’ndaydı, fakirdik ama Kale’nin kapıları içinde güvenli, huzurluyduk…” Ne zaman Hasankeyf’e gitsem dokuma tezgahının başında bulduğum Faris amca böyle söyler.
Bir ilkbahar sabahı, 1960’lı yıllar, gözümü açıyorum, mağaranın kömür siyahı tavanı. Uzaklardan Dicle’nin sesini duyuyorum. İçerde biraz nemli, ılık bir hava var. Gün henüz ağarıyor, nişte duran gaz lambasını yakıyorum. Kıpırtılı ışık kilimin renklerini canlandırıyor, kireçtaşı duvarlardaki yontma izlerine dokunuyorum. Vadideki binlerce mağara gibi bu da elle oyulmuş. Önce içerde yağ yakılmış ki yukarıdan taş parçaları dökülüp durmasın, tavan da işte bu yüzden simsiyah. Üzerimdeki kıl battaniyeyi katlayıp mağaranın içine oyulmuş yüklüğe kaldırıyorum. Mutfak olarak kullandığımız kısımda ocak yanmış, yeni demlenen çayın kokusu burnuma geliyor. Buraların keçisi meşhur, civardaki tepelerin çeşit çeşit otları, kokulu kekikleri keçiler için sonsuz bir mutfak gibi. Hal böyle olunca otlu keçi peyniri yanında tandır ekmeğiyle kahvaltımızı yapıyoruz.
Mağaranın yan odasında küçük bir pencere var vadiye bakan, ilkbaharın ışıltısı, Raman’ın yeşil örtüsü, gelinciklerin kırmızısı göz kamaştırıyor. Kahvaltıdan sonra çıkıyorum evden. Meyase abla komşularıyla çamaşır yıkamak için nehir kenarına inecek. Ben önce dokumacılara sonra da çarşıya uğrayacağım. Hasankeyf, keçi kılından dokunan kilimleri ile nam salmış, belki yüzlerce tezgah var. Gün içinde Hasankeyf’e, Dicle’nin melodisiyle bu dokuma tezgahlarının sesi hakim. Birkaç demirci ve bakırcı ile nalbandın çekiç sesleri de bu ritmik ezgiye karışıp gidiyor.
Çarşı; civar köylerin el işi ürünlerinden, meyvelerinden tut da Bağdat’a kadar birçok şehirden baharatlar, kumaşlar, kuruyemişlerin meraklılarıyla buluşma noktası. Artuklular’dan kalma meşhur köprü ne yazık ki yıkılmış, karşıdan karşıya “kelek”lerle geçiliyor. Hemen önümde yük doldurulan bir keleği izliyorum hayretle, yirmi otuz tulumu var altında ve neredeyse üç dört arabalık yük taşıyacak. Cizre’ye Hasankeyf kilimlerini götürecekmiş. Kelek, nehir taşımacılığı için binlerce yıldır kullanılan bir çeşit sal, keçilerin tulumlarını şişirip birbirine bağlıyor ve üzerine ahşapları diziyorlar. Özellikle Dicle’de hem karşıdan karşıya geçmek, yolculuk yapmak hem de Bağdat’a, Basra’ya kadar yük, eşya taşımak, ticaret yapmak için kullanıyorlar. Vakti zamanında Evliya Çelebi ve birçok seyyah da yolculuklarını keleklerle yapmış.
Hasankeyf çarşısı kalenin yukarısından başlıyor. Kıvrıla kıvrıla ve şehrin kapılarından geçerek aşağıya, vadiye kadar devam ediyor. Yol boyunca küçüklü büyüklü mağaralarda birçok dükkan ve atölye var. Çarşı zanaatkarlar ile tüccarları bir araya getiriyor. Sohbet edip, alışveriş yaparak ilerliyorum, ta ki Dicle’nin kenarına varana kadar.
Hani Nil yeşili derler ya Dicle öyle güzel bir renkte akıyor. Bahar gelince Toroslar’ın karları erimiş, Dicle’nin suları bollaşmış olmalı. Meyase ablalar çamaşırı bitirmiş keyif yapıyorlar, biraz sohbet edip kalenin diğer yanındaki vadiden geçerek yukarı eve çıkıyoruz. Meyase abla komşusu Behice ile birlikte benim için “kresert” pişiriyor, Hasankeyf’e özgü bir çeşit et mücveri, biraz yağlı olsa da sıcak sıcak yemeye doyamıyorum. Yemek sonrası sıra geliyor kahveye, İpek Yolu’nun ve ticaret şehri olmanın nimeti olsa gerek kahve kakuleli, üstelik sütle pişiriliyor, günü sonlandırmak için muazzam bir tat.
Ulu Cami’nden günün son ezan sesi geldiğinde evde yatma hazırlıkları başlıyor. Döşekleri açıp, battaniyeleri seriyoruz. Yatmadan önce mağaradan çıkıyorum, yıldızlarla dolu gökyüzünün ışıltısıyla akan Dicle’yi izliyorum. Binlerce yıllık geçmiş, kendi geçmişim, köklerim ayaklarımın altında, bu rüya hiç bitmese.
Kaya Kale: Hısn Keyfa
Hasankeyf’e her gittiğimde Kalebaşı’ndaki yaşamı yaşlılardan dinlemeye çalışırım. Böylece düşüm git gide gerçeğe yaklaşır. Geçtiğimiz ay yine oradaydım. Tüm yaşananlara, geçmiş yıllara, proje ihtimallerine, söylentilere rağmen Hasankeyf ayakta. Küçük Saray’ın dost yüzü, vadinin ta derinliklerine kadar gözünün alabildiğine mağara evler, Dicle’nin huzurlu akışı aynı. Bir süredir ayrı kalışımıza sitemkar, tanıdık yüzler selamlıyor beni, uzun bir aradan sonra evime dönmüş gibi hissediyorum. Burada iki üç gün geçirip, azıcık derinliklerini gezen herkes kendini evinde hisseder ya benimki biraz daha farklı, her köşe başında bir anı, her karşılaştığım yüzde bir tanıdıklık var.
Barajdan konuşuyoruz. O kadar uzun yıllar olmuş ki, bugün torunu olanlar bile baraj söylentisi olmadığı günleri hatırlayamıyor. Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nin sonunu getirecek olan Ilısu Barajı’nın yapım kararı alındığında daha mağaralardaki yaşantı devam ediyordu. 1967 yılı vadideki pek çok yerleşim yeri için dönüm noktası oldu. Hasankeyfliler o günleri anarken şöyle der: “Biraz zorlu bir hayattı mağaralardaki, ancak mutluyduk, sonra bir gün başbakan böyle modern bir çağda mağaralarda yaşanamayacağını ve taşınmamız gerektiğini söyledi”.
Bu sözlerin ardından, birkaç yıl sonra arkeolojik sit alanı ilan edilecek olan “Aşağı Şehir”deki tarihi kalıntılar yıkılıp yerine afet konutları yapıldı. Halk mağaralardan taşınmaya zorlandı. Birçok aile farklı şehirlere göç etti, kalanlar da çoğu 49 metrekarelik, tuvaleti mutfağı olmayan afet konutlarında, kalabalık aileler olarak yaşamaya başladı. Bu evler yapılırken bölgenin iklim şartları, tarihi, kültürü dikkate alınmamıştı. Bu kararları verenler bir yaz günü dışarısı 50 derece sıcakken orada bulunsalardı, belki betonarme bir evde yaşamanın ne kadar zor olabileceğini görürlerdi. Hele sıcak bir yaz günü mağaraya girseler, içerideki serin havayı fark etseler, belki biraz oturduktan sonra hafifçe üşüseler, bu coğrafya için en uygun mimarinin binlerce yıldır süregelen mağara yaşamı olduğunu anlayacaklardı. Ne yazık ki bunların hiçbiri olmadı, tüm şehir sit alanı ilan edildikten sonra yapılan evleri değiştirme ya da yenisini yapma şansı da tamamen ortadan kalktı. O günden beridir yeni evlenen Hasankeyfli bir çiftin, kendi memleketinde yaşayabilmesinin tek ihtimali başka birilerinin göç etmesi.
Modern yaşamın gerekliliği öne sürülerek konutlara yerleştirilen Hasankeyfliler burada yenilik olarak elektriğe ve birtakım altyapılara ulaşmış oldu, ama mağaralardaki yaşamın rahatlığını, huzurunu ve birçok kolaylığını istemeyerek geride bıraktı. Karasal iklimin hakim olduğu bu coğrafyada yazın sıcaklıklar 50 dereceye rahatlıkla ulaşırken, kışları -10’lara varan soğuklar yaşanır. Mağarada yaşamak dışarıdan bir çaba gerekmeksizin evin ısısını yaşanabilir bir sıcaklıkta tutar, kışın yemek yapmak için yakılan ocak bile mağaranın tamamını ısıtmak için yeterli olur. Yazlarıysa yere yumurta kırsan pişecek sıcaklıklarda içerisi hemen hemen her zaman 20-25 derecelerdedir. Oysa betonarme konutları yazın elektrik harcamadan serinletmek neredeyse imkansızdır. Kışın ısınmak içinse yüzlerce kilo kömür yakmak gerekir. Bu mağaralar aynı zamanda doğal kilerlerdir, evlerinin yakınlarında mağara olan Hasankeyfliler bugün hala peynirlerini, bazı kışlık erzaklarını burada saklar. Her santimetre karesi elle oyulmuş, ilmek ilmek işlenmiş bu mağara şehrin kendine has bir altyapısı olduğu sıklıkla anlatılır; kalenin yukarılarına kadar suyun taşınmasını sağlayan su yollarının, sarnıçların olduğu, kanalizasyonun belki bugün şehirde olandan bile daha iyi çalışacak bir sistemle sağlandığı söylenir. Son yıllarda kalede yapılan kazı çalışmaları mağara yaşamına şahit olmuş yaşlıların burayla ilgili bu anlattıklarını kanıtlayan bulguları açığa çıkarıyor.
Hasankeyfliler zorunlu olarak yerleştikleri konutlarına çivi çakamayadursun, Hasankeyf’in tamamını ve Dicle Vadisi’nin 300 kilometrekarelik alanını sular altında bırakacak olan Ilısu Barajı yapılsın diye uzun yıllardır çabalanıyor. Öylesine büyük bir yatırım gerektiriyor ki ömrü en fazla elli altmış yıl olduğu söylenen bu baraj ancak çeşitli ülkelerden oluşan bir konsorsiyumun verdiği kredi ile devam edilebiliyor. Konsorsiyum yıldan yıla değiştikçe, baraj inşaatı çeşitli sebeplerle iptal oldukça ve yeniden başladıkça Hasankeyfliler’in bir kez daha yerlerinden edilmeleri de yeniden gündeme geliyor veya gündemden düşüyor. Birkaç yıl süreyle evlerinin, köklerinin, mezarlarının sular altında kalacağını düşünen ve çaresizlik içinde bekleyenler, devamındaki yıllarda barajın iptal olduğu ve memleketlerinden ayrılmaları gerekmeyeceği sevincini yaşıyorlar. Kırk yıldır bu böyle sürüp gidiyor. Doğa Derneği, Hasankeyf Yaşatma Girişimi, EcaWatch gibi ulusal, bölgesel ya da uluslararası çalışan çeşitli sivil toplum örgütleri konsorsiyum içerisindeki Avrupalı ülkelere barajın doğa, kültür ve tarihe yapacağı, geri dönüşümü olmayan etkilerini eylemlerden, bilimsel raporlara, basın açıklamalarına kadar çok çeşitli etkinliklerle anlatıyor. Devlet tarafından böylesine doğa ve kültür katliamı yaratacak bir projedeki olumsuz etkileri azaltmak için dahi hiçbir çalışmanın yapılmadığını gören ülkeler bir bir geri çekiyorlar verdikleri krediyi. Ne yazık ki bu durum inşaatın tamamen iptal edilmesi için yeterli olmuyor, Garanti Bankası ve Akbank’ın verdiği kredilerle inşaat çalışması yeniden hızlanıyor ve son beş yılda ciddi yol kat ediliyor.
Bugün bölgedeki siyasi gerginlik barajın akıbeti konusundaki belirsizliği sürdürüyor, ancak Hasankeyfliler’in yeniden yerlerinden edilmeleri konusu son derece net. Bu durum insanı düşündürüyor, Hasankeyfliler’in yıllardır iddia ettikleri, bana bir komplo teorisi gibi gelen senaryo gerçekleşiyor olabilir mi? Senaryoda; baraj inşaatı bir söylenti, aslında yapılmıyor, ya da yapılsa da Hasankeyf sular altında kalmıyor. Halk yine de buradan zorla taşınıyor, böylece kapsamlı bir kazı çalışması yapılıyor ve bir açık hava müzesi haline geliyor şehir. Bir müze olduğu için Hasankeyfliler memleketlerini karşıdan izlemekle kalıyorlar, üstelik uzakta olduklarından artık turizm getirisinden de faydalanmaları mümkün değil. Bu senaryonun ne kadarı gerçekleşir bilinmez ancak Hasankeyf’te kamulaştırmaların önemli bir kısmının tamamlandığı bir gerçek. Üstelik henüz yeni evlerin inşaatı başlamadı, çünkü hanelerin büyüklüğü, fiyatı gibi konularda anlaşmazlıklar sürüyor. Hasankeyfliler evlerinden çıkmaya zorlandıkları gibi karşıdaki yeni evlerde oturmak istiyorlarsa bunun bedelini de ödemekle yükümlüler. Taşınacakları evlerin ücretleri ilk zamanlarda kamulaştırma bedellerinin çok üzerinde olduğu için tepkilere yol açtı ve Hasankeyfliler ciddi eylemler yaparak konunun yeniden değerlendirilmesini sağladılar. Sonucunda bir anlaşma sağlanıyor gibi olduysa da hala bir netlik kazanmadı. Yeni yerleşim yerine ilk olarak inşa edilen kamu kurumları ve okullar, birçok öğrencinin servislerle taşınmasını ve halkın belli ihtiyaçları için burayı kullanmak zorunda kalmasını sağladı. Amaç halkın ayağının alışması, burada yaşamak konusundaki zorunluluğu kabul etmesi olabilir mi?
Yeni yerleşim yeri için nehrin karşı yakasında, Raman dağlarının eteklerindeki çorak topraklar uygun görüldü. Hasankeyf sular altında kalsa, mezarlarının boğulduğu manzarayı izleyerek yaşamak nasıl bir ruh hali yaratır elbette düşünülmedi. Mağaralardan göçün, baraj söylentisinin etkisiyle yıldan yıla azalan hayvancılık ve tarım faaliyetlerinin ise bu yeni yerleşim yerinde devam etmesi söz konusu olacak gibi görünmüyor. Bu çorak topraklarda ne Hasankeyf’in meşhur Salahiye bahçelerindeki incirleri, narları, üzümleri, bademleri yetiştirmek mümkün ne de Dicle kenarındaki tarlalardaki buğdayı, pirinci, mercimeği.
Dicle’nin Aşkı
Dicle, Mezopotamya’yı var eden sevgililerden biri. Aynı dağın iki yüzünden doğan, uzun yollar boyunca birbirine bir uzaklaşıp bir yakınlaşan, zaman zaman paralel akıp birbirine göz kırpan iki aşığın dişi olanı. Fırat’la Dicle’nin aşkı böyle anlatılır efsanelerde, iki sevgilinin kavuştuğu topraklar dünyanın en zengin deltalarından birini oluşturur. Asurlular’dan bu yana yaşam şeklini hiç değiştirmemiş su bedevileri bu deltanın sazlıkları arasında, suyun üzerinde yaşarlar. Dicle ve Fırat doğduğu andan denize ulaşana kadar nice toprakları besler, nice insanın hayatını şekillendirir. Hasankeyf’te olduğu gibi.
“Berave” nehir kenarındaki köy demek Hasankeyf Arapçası’nda. Nehir, yaşamın öylesine içinde ki dile dahil olmuş, yaşamın kendisi olmuş. Nehir, bu coğrafyada su kaynağı demek, güvenlik demek, ulaşım, ticaret, hayat demek. Bundan 10-15 yıl öncesine kadar Hasankeyf’in kendisi de dahil olmak üzere Dicle kenarında kurulmuş köylerin hepsinde, nehrin taşkın alanlarında tarım yapılıyor, dışarıdan sulama gerekmeden, nehrin önüne set çekmeden, kuyu kazıp kaynakları kurutmadan yerli tohumlarla pirinç, mercimek ekiliyor tüm beravelerde. Dicle’nin ulaşmadığı köşelerde ise coğrafyanın çeşit çeşit kokulu otları ile özgürce beslenen hayvanlar ve yağmura dayalı tarım ürünleri göze çarpıyor, susuz yetişen üzümler, buğday ve arpa bunlardan bazıları.
Dicle’nin zenginliği yalnızca insanları etkilemiyor elbette, doğduğu andan denize dökülene kadar oluşturduğu derin vadiler, yarıp geçtiği kayalıklar, sakince aktığı yerlerde oluşturduğu kumluk alanlar benzersiz bir çeşitliliği beraberinde getiriyor. Derin yarıklarında yuva yapan yırtıcı kuşlardan, çağlayarak aktığı sularda yaşayan balıklara, kumullarda üreyen kaplumbağalara kadar birçok türün ender yaşam alanlarından birini oluşturuyor. Binlerce yılda oluşmuş bu yaşam döngüsünün elli altmış yıllık ömrü olan köhne bir projeye kurban ediliyor olması işte tam da bu yüzden kabul edilemez.
Tarihin eşsiz örneği, mühendislik harikası Artuklu Köprüsü’nün ayaklarını barajın ömrü tamamlandığında yeniden açığa çıkarmak için aslına uygun olmayan bir taşla kaplamak ve bunun yıllarca suyun, dere çamurunun içinde korunaklı kalacağına inanmak ne kadar zorsa bir cami minaresi ile bir türbeyi taşıyarak tarihi koruyacağına, kültürü devam ettireceğine inanmak da o kadar zor. Ilısu Barajı’nın vereceği zarara karşı alınan önlemler bunlar işte. Harcanan trilyonlarca lira, yaşatılan üzüntü ve stres, sırf söylentisiyle zarar gören toplumlar, kaybolan kültürlere değer miydi? Dicle için, Hasankeyf için, bu coğrafyada yaşayan sayısız canlı türü, kaç farklı dilin konuşulduğu kültürler için, tarih için verilen yanlış kararlardan dönmek bu kadar zor olmamalı. Hasankeyf ve Dicle için umut sürüyor ve sürecek.
Yazı: Derya Engin
Fotoğraf: Hüsamettin Bahçe
*Bu yazı Magma Dergisi Şubat 2016 sayısında yayınlanmıştır.
Yorum yapılmamış